Haberci71.com -  Kırıkkale Haberleri
ANASAYFA HABER ARA FOTO GALERİ VİDEOLAR ANKETLER SİTENE EKLE RSS KAYNAĞI İLETİŞİM

EN ÇOK OKUNANLAR

Arınmaya yolculuk 18 bölüm

Fazlı GÜVENTÜRK

20 Kasım 2012, 02:03

Fazlı GÜVENTÜRK

Arınmaya yolculuk 18 bölüm

            Kalbi Mekke için Medine için yanıp tutuşan ve oralara ulaştığında 9 şiddetinde sarsılanlar için yazılmış, hem bir rehber olsun, hem yaşadıklarımızı anlatısın amaçlı bu yazılara vesile olanlardan Yaradan razı olsun..

CÎRANE’DEN UMRE

            Boy abdesti alıp, ihramlarımızı kuşandık. Harem’de kıldığımız ikindi namazından sonra Umre yapmak için otelin önünden otobüse binip hareket ettik.

            Yolculuk sırasında Bayram Hocam; “şimdiki umremizi  Cîrane Mescidi’nden yapacağız” dedi.  Peygamberimiz yaptığı dört Umreden birisini Cîrane’den yapmıştır. Bizlerde inşallah bu sünnete uyalım diye buradan ihrama gireceğiz.

            Hicretin sekizinci yılıydı. Mekke, Müslümanlar tarafından fethedilmişti. Hevâzin kabilesi sıranın kendilerine geldiğini zannederek endişelenmeye başladı. Hevâzin kabilesi Arabistan’ın en  büyük kabilelerinden biriydi. Başka kabilelerinde desteği ile yirmi bin kişilik bir ordu hazırladılar. Yanlarına kadınlarını, çocuklarını, bütün hayvan ve kıymetli eşyalarını alarak Huneyn Vadisinde toplandılar. Ya bu savaşı kazanıp Müslümanlığı ortadan kaldıracaklar ya da hepsi ölecekti.

            Efendimiz, Hevâzin kabîlesi ve beraberlerindekilerin savaş hazırlığını haber alınca on iki bin kişilik bir kuvvetle Huneyn’e hareket etti. Ordunun on binini Medine’den gelen mücahitler iki binini ise Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan Kureyşliler oluşturuyordu.    Aralarında 80 kadar henüz Müslüman olmamış Mekke’li müşriklerde vardı. Müslüman ordusu gerek sayı gerek silah ve teçhizat bakımından hiç bu kadar mükemmel olmamıştı. Sahabeler “Artık bu ordu yenilmez.” diyorlardı.

            İslam ordusu Huneyn vadisine girdi. Öncü kuvvet olarak Halid bin Velid iki yüz kişilik atlı birliği ile sabaha yakın bir saatte vadiye daldı. Daha önceden buralara yerleşmiş ve pusu kurmuş düşman ordusu birden ok yağmuruna başladı.

            Halid bin Velid’in komutasındaki yeni Müslüman olmuş Mekkeliler paniğe kapılıp geri kaçmaya başladılar. Daha çarpışma olmadan başlayan korku ve panik gerilere kadar yayıldı. Ordu savaş başlamadan dağıldı, herkes kaçışmaya başladı. 

            İslam ordusunun askerleri geri dönüp kaçarken Efendimiz katırını düşmana doğru mahmuzluyordu. Amcası Abbas, sütkardeşi Haris oğlu Süfyan ve Hz. Ali katırın dizginlerini tutarak onu zapt etmeye çalışıyorlardı.

            Efendimiz de zerre kadar korku eseri görünmüyordu. Hz. Ali bile o an korkmuş, Efendimizin arkasında cesaretini toplamıştı. Elinde kılıcı ile düşmana doğru hamle yapan Efendimizin etrafında yüz kadar sahabe kalmıştı.

            Efendimiz ümidini kaybetmiş, dağılmış olan ashabına ; “Ey Allah’ın kulları! Buraya geliniz. Ben Allah’ın peygamberiyim bunda yalan yok! Ben Abdulmuttalip’in torunuyum.” diyordu.

            Sonra Rasûlullah’ın emriyle Hz. Abbas gür sesiyle seslendi: “ashap ! Rasûlullah burada, buraya gelin!”

            Öyle ya Rasûlullah’ı kime bırakıp gidiyorlardı. Düşmana mı? Peki, Efendimizi düşmana bırakıp da kaçtıkları dünyadan ne hayır bekliyorlardı? Rasûlullah’sız bir hayat, hayat mıydı? Hz. Abbas’ın çağrısını duyan sahabe derhal geri dönüp Rasûlullah’ın etrafında toplandılar.

            Savaş yeniden başladı. Efendimiz yerden bir avuç toprak alıp düşmanın üzerine savurdu. Bu topraktan gözüne isabet etmeyen müşrik kalmadı. Allah’ın yardımıyla düşman hezimete uğradı, darmadağın oldu. Kadınlarını, çocuklarını, mal, mülk, hayvan neleri varsa hepsini bırakıp kaçtılar.

            Savaşta yetmiş müşrik öldürülmüş, dört de şehit verilmişti. Bu savaş neticesinde altı bin esir, yirmi dört bin deve, beş ton altın-gümüş, kırk bin koyun ganimet olarak elde edilmişti.

            Ganimet dağıtımında Allah Rasûlü, Mekkelileri gözetir gibi davranmış, bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Bunlar, kalplerinin İslâm’a ısındırılmasında büyük fayda ve zaruret             olan insanlardı.

            Verilen deveydi, altındı, gümüştü; fakat korunmak istenen, dindi ve gönüllerinin İslâm’a ısındırılmasıydı. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa gençleri rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, halbuki en fazla payı da onlar alıyor” demişlerdi. Bu ise, fitne başlangıcıydı. Eğer bu fitne, durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilirdi.

  

            Allah Rasûlü, hemen Ensar’ın bir yerde toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Ensar toplandı ve Allah Rasûlü, onlara şu hutbeyi irad buyurdu: “Ey Ensar topluluğu! Duydum ki, gönlünüzde bana karşı bir kırgınlık hâsıl olmuş…” Söze böyle başlaması, kitle psikolojisi açısından müthiş bir başlangıçtı. Derhal herkeste bir toparlanma oldu ve gözler Rasûlullah’a yöneldi. Herkes, dikkat kesilmiş, söylenecekleri merakla bekliyordu.

            “Ben geldiğimde, siz dalâlet içindeydiniz, Allah benimle sizi hidayete erdirmedi mi?” “Ben geldiğimde, siz fakr u zarûret içinde kıvranıyor dunuz, Allah benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? “Ben geldiğimde siz, birbirinize düşmandınız, Allah benimle sizin kalplerinizi telif etmedi mi?”  Efendimiz, her cümle ve soruyu bitirdikçe Ensar’dan topluca şu ses yükseliyordu:  “Evet, evet, minnet Allah’a ve Rasûlü’nedir.!”  Efendimiz, tam zamanında ve yerinde sözün mecrasını çevirdi.

            “Ey Ensar topluluğu! Dileseydiniz, bana başka türlü de cevap verebilirdiniz. Meselâ şöyle diyebilirdiniz: Mekke’den bize yalanlanmış olarak geldin, biz sana inandık. Terk edilmiş olarak geldin, sana biz sahip çıktık. Yurdundan kovulmuş olarak geldin, biz senin bütün ihtiyaçlarını karşıladık! Bana bu şekilde cevap vermiş olsaydınız, doğru söylemiş olacaktınız. Sizi yalanlayan da olmayacaktı. Ey Ensar topluluğu! Müslüman olmalarını istediğim bazı kişilere bir miktar dünyalık verdiğim için, kalben gücendiyseniz herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz? Allah’a yemin ederim ki, insanların hepsi bir vadiye, Ensar da başka bir vadiye gitse, ben hiç tereddüt etmeden Ensar’ın gittiği  tarafa giderim.”

            Bu sözler karşısında ağlamayan tek fert kalmamıştı. Herkes, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve güçleri yettiği kadar da “Allah ve Rasûlü bize yeter. Biz başka şey istemiyoruz.” diyorlardı.      

            Efendimiz Cirâne’de bulunduğu bir akşam Umre yapmak için ihrama girdi. Cirâne’den ayrılarak Mekke’ye gitti. Yol boyunca telbiye getirdi. O gece umresini tamamlayıp, sabaha yakın tekrar Ci’rane’ye döndü.

            Efendimizle bir gün beraber yaşayabilmek için neyimizi feda  etmezdik ki? Evimizin tapusunu isteseler vermez miydik? Otomobilimizden vazgeçmemiz istense vermez miydik? Başka başka dünyalıklarımız istenseydi vermez miydik? Verirdik elbet… Yoksa tereddüt mü ederdik?  Canımızı yoluna gerçekten feda eder miydik? Dilimizle söylediğimizi kalben de söyleyebilir miydik?    sevdiğimiz yalan mıydı acaba?

            Peki, Her sevgi bir bedel gerektirmez miydi? Ben kendimce dünyalıklarımdan vazgeçebileceğime kanaat getirdim. Çünkü umre için ayırdığım parayla arabamın modelini yükseltebilir, evimin eşyasını yenileyebilirdim. Başkaca nefsimin hoşlandığı şeyleri yapabilirdim. Ben bu imkânımı Kâbe’yi ve Efendimizi ziyaret için kullandım.

            Otobüsümüze binip Harem’e gitmek üzere yola çıktık. Yol boyunca telbiyeyi tekrar ettik. Kâbe’ye varıp Umre tavafımızı ve sa’y’ımızı tamamladık. Merve tepesinde yapılan duadan sonra saçlarımızdan kısaltarak ihramdan çıktık.

Yazının devamı bir sonraki gün

 

Bu haber 3733 defa okunmuştur.

Delicious  Facebook  FriendFeed  Twitter  Google  StubmleUpon  Digg  Netvibes  Reddit
KIRIKKALEDE TARİH YAZAN ÜÇLÜ10 Ocak 2021

HABER ARA


Gelişmiş Arama

REKLAMLAR



 


RSS Kaynağı | Yazar Girişi | Yazarlık Başvurusu

Altyapı: MyDesign Haber Sistemi